Kolektif toplumlarda kurumlar baskıcıdır. Aile, evlilik, arkadaşlık baskıcıdır. Birey içine doğduğu ortamı algılamaya başladığı anda olduğu gibi kalamayacağının ayırdına varır. Bu kısıtlamalar güvenlik adı altında hareket alanının kısıtlanmasıyla başlar. İstek ve amaçlarına ulaşabilmek için "kendiliğinden" vazgeçmesi gerekir. Kişi, toplumda ödül-ceza ikilisinin hakim olduğunu görür ve koşullar nasıl ve neyi gerektiriyorsa kabul göreceği şekle bürünmeyi tercih eder. Çünkü bireyselliğin yok sayıldığı toplumlarda bir zümreye ait hissetmek ve orada var olmak önemlidir. Eğer kişi "kendiliğinden" vazgeçmek istemez ve kabul görmeyeceği tutumlarına tutunursa o çevreden dışlanır ya da dolaylı yoldan itilir. İstisnai çevrelerde, küçük topluluklarda kişi olduğu gibi kabul görebilir. Bu kabul ile geç bireyselleşme gerçekleşebilir. Kişi kendini gerçekleştirecek eylemler yapmaya, aykırı kabul edilebilecek düşünce yapıları inşa etmeye başlar. Fakat aile içinde dahi bireyselliği ...
Çoğalmamız gerekiyor.. Birden iki, ikiden üç, üçten dört. Biyolojimiz bunun olmasını istiyor ve onun için varlığını sürdürüyor. Beraberliğinizin ilk yıllarını hatırlayın.. Saatlerce süren konuşmalar, diğerine verilen öncelikler, günlerce evden çıkmamalar.. Bu liste uzayıp gider. Zaman geçer ve bir bakmışsın keşfedecek pek bir şey kalmamış gibi. Ve bir sorun olduğunu düşünmeye başlarsın. Sorunun çözümü olarak çoğalmaya yönelirsin. İnsan.. Doymak bilmez bir ebola virüsü gibi.. Kendi üreyerek konağını tükettiğinin farkında bile değil. Tıpkı yarattığımız düzen gibi. Çılgınlar gibi üretip, çoğalırken üzerinde yaşadığımız gezegeni yok etmeye meylettiğimizi görmezden geliyoruz. İçinden sıyrılamadığım bu paradoksu bu gün beraber masaya yatıralım diyorum. Her şey birbiriyle ilintili ve her "şey" birbirinin bir parçası. Günlük hayatta bir bütünün sanrısı ile yaşıyoruz. Bu yoğunluk ve koşuşturma halinde yanılsamalarımıza ayıracak vaktimiz kalmıyor ve "yanılsamalı bütünlüğü"...